24 Haziran 2010 Perşembe

▼Beşinci Bölüm

Gece bütün ihtişamıyla yeryüzünü örtüyordu. Gökyüzünde yıldız cümbüşü vardı. O kadar açıktı ki sanki biraz yükseğe çıksa yıldızlara değecek gibiydi. Siar’ın aklından bunlar geçiyordu; konağın çatısında uzanmış gökyüzünü seyrederken. Yalnızlığı seviyordu. Bir de şu garip duygu olmasa… Hafiften esen rüzgarın uğultusu hariç tek ses yoktu. Ara sıra yapraklar hışırdıyor ve bazen aşağıdan geçen iki fedainin konuşmaları duyuluyordu. Bunlar dışında ortalık dingin bir sessizlik tarafından istilâ edilmişti. Sessizliği bozan Kamber’in bağırışları oldu:
- Buna daha fazla dayanamayacağım! Bütün yükü ben çekiyorum ve şimdi konaktan mı kovuluyorum! Hem de bir hiç uğruna! Yıllardır bu davaya hizmet ettim; karşılığını kovulmakla alıyorum öyle mi? Yazıklar olsun! Yazıklar olsun!
Siar, Kamber’i hiç böyle görmemişti. Konaktan kovulmakta neyin nesiydi? Neler oluyordu? Hemen aşağı indi ve atların yanına doğru hışımla ilerleyen Kamber’i gördü. Hızla yanına gitti. Kamber atını eyerlerken gözü Siar’a ilişti. Siar daha şaşkınlığını üzerinden atamadan Kamber’in cümlesiyle sarsıldı:
- Yıllarca hizmet ettim ama bir Kaptan denen adam konaktan kaçtı diye kovuluyorum! Ama ne biliyor musun? Şeyh bir katil! Bunu yıllarca içimde hazmetmeye çalıştım ama artık yeter. Bu kadarı fazla!
Siar şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı:
- Hayır, dedi. Şeyh bizim önderimiz ve çok iyi biri. Onun hakkında böyle konuşmana müsaade edemem!
- Ya ne yaparsın? Kılıcını alıp karşıma mı geçeceksin? Hele bir dene! Seni parçalara ayırırım! Bana babanın katilini mi savunuyorsun? Son cümle Siar’ı tam kalbinden vurdu: ‘Bana babanın katilini mi savunuyorsun?’
Kaptan söylediğinden pişman görünüyordu.:
- Allah benim cezamı versin! Bunu söylememeliydim. Ben böyle bir adam değilim. Bunu söylememeliydim!
Siar, Kamber’e alev alev yanan gözlerle baktı. Aynı anda iki eliyle Kamber’in yakasına yapıştı.
- Şimdi bana bak şerefsiz herif! Dedi. Bu gerçek mi? Bu söylediğin gerçek mi? Babamın ölmediği, Şeyh’in onu öldürdüğü gerçek mi? Bana gerçeği söyle, yoksa seni elinde bağırsaklarınla yolcu ederim!
Kamber korkusunu gizledi. Siar’ın gözlerine baktı:
- İnsanın hayatta çok kez yalan söyleme şansı olur ama çok az söyleme lüksü olur. İnan bana bu konuda sana yalan söylemiyorum. Sana yemin ederim! Dedi.
Siar, Kamber’in yakasını bıraktı.
- Şimdi buradan defol! Dedi.
Aynı anda Kamber, atına atlayıp konaktan ayrıldı. Siar’ın gözleri dolmuştu. Hüzünden değil, duyduğu öfkeden.
Konağın koridorlarında ilerlerken kılıcının kını boştu. Sağ eline aldığı kılıcıyla önüne gelen herkesi ya da her şeyi yok edecekmiş gibi görünüyordu. Şeyh’in odasının önüne geldiğinde durdu. Söyleyeceklerini düşünmüyordu. Bunu umursamıyordu. Sadece işin temiz ve kesin olarak bitmesi için kendini hazırlıyordu. ‘Sadece içeri gireceğim, tek bir soru soracağım ve işini bitireceğim!’ Aklından geçirdiği plan buydu. Kapıyı açmadı, kırdı. Şeyh’in odası boştu. Yatmaya gitmiş olmalı diye düşündü. Adımları Şeyh’in yattığı odaya doğru ilerlerken giderek hızlanıyordu. Kalbi daha hızlı çarpmaya başlamıştı. Bu kez kapıyı çaldı. İçeriden izin gelince girdi. Şeyh yatmaya hazırlanıyordu. Gözlerini Şeyh’in gözlerine dikti:
- Bir şey mi istedin evladım? Dedi Şeyh, en yumuşak ses tonuyla. Siar biraz daha bu sesi duyacak olursa merhamet edeceğinden korktu.
- Geceleri nasıl uyuyorsun? Diye sordu. Şeyh arkasından bir şeylerin geleceğini anladı. Cevap vermedi. Siar devam etti:
- Geceleri nasıl uyuyorsun alçak herif! Dedi. Babasını öldürdüğün bir çocuğu kullanıyorsun ve vicdanında zerre sızlama olmuyor öyle mi?
Şeyh sonun geldiğini anladı.
- Dur çocuğum. Dedi. İki rekat namaz kılayım sonra ne istersen konuşuruz.
Siar ne kadar çok zaman harcarsa bu ihtiyar adam o kadar acıyacağını ve intikamını alamayacağını düşünüyordu.
- Hayır! Dedi. Bir katilin inançlı olması da komik doğrusu. Söyle babamı sen mi öldürdün?
Bunları söylerken Şeyh’e iyice yaklaşmıştı. Şeyh gözlerini kapadı. Kendini öldürecek darbeye hazırdı. İçinden şehadet getirdi. Siar’a baktı. Söyleyeceği iki kelimeden sonra vuslata ereceğini düşündü. Düğününe hazırdı. Ölüm düğündü. Bundan emindi:
- Mecburdum çocuğum…
Gecenin derin sessizliğini odanın ahşap tabanına fışkıran kanın sesi bozdu. Kırmızı sıvı olabildiğince hızlı yayılıyordu. Birkaç gün geçse ceset kokmaya başlardı. Siar,
‘Güzel güllerin kokusunu çok arayacaklar.’ diye düşündü. Sessizce odadan çıkıp atına atladı ve arkasında pelerinini savurarak meçhûle sürdü.

Kamber konaktan uzaklaşmamıştı. Planının başarıya ulaşıp ulaşmadığını merak ediyordu. Konağın kapısından bir atlının dörtnala çıktığını görünce işin tamamlandığını anladı. Giden Siar’dı. Şeyh ölmüştü. Mükemmel bir plan kurmuştu. Önce kara kıyafetleriyle bir fedaiyi yollayarak Kaptan’ı peşine takmış, sonra Asaf’ı Kaptan’ın evine yollamış ve bu arada kendi yazdığı senaryoda Siar’ı katil yapmıştı. Ancak her şeyin yalan olduğu bir planda bir gerçek vardı. Siar’ın babasını Şeyh öldürmüştü ama bizzat değil. Şeyh sadece emri vermişti. Kılıcı tutan el başkasına aitti. Çok da uzak olmayan birine…

Siar, babasının öldürüldüğünü öğrenmişti. İntikamını da aldığını düşünüyordu üstelik. Ancak bu bir anda olacak bir şey değildi. Babasının ölümünün mutlaka bir sebebi olmalıydı. Öfke bazen en kilit noktaları gözden kaçırtıyordu. Şeyh’i öldürmeden önce sorması gereken soru buydu, ‘Neden?’. Bu soru onu çok daha karmaşık başka şeylere götürüyordu. Madem ki eski defterleri kapatıyordu; bütün hesapları bitirmeliydi. Annesinin ve babasının geçmişini arıyordu. Kendi geçmişini arıyordu. Kimlerden intikam alması gerekiyordu? Yüreğinden bir sıkışma hissetti. O garip duygu sürekli rahatsız ediyordu. ‘Gerçeği öğrenmeden asla geçmeyecek!’ diye düşündü.
- Ben de asla vazgeçmeyeceğim!
Bunu sesli söylemişti. Vücudu içindeki öfkeyi dışarı kusuyordu. Kılıcının kabzasını yakaladı. Kılıcını daha çok kere kullanması gerekecekti. Buna hazırdı. Gerçek için ölmeye değil belki ama öldürmeye hazırdı. Atını tekrar mahmuzladı ve karanlık geceye karışıp gözden kayboldu.

▼Dördüncü Bölüm

Kızgın çölün ortasında göz gözü görmüyordu. Doğa insanoğluna meydan okuyordu. Dönerek gökyüzüne doğru yükselen kum taneleri, bütün gözleri kapalı kalmaya zorluyordu. Bu durumda hareket etmek imkansızdı. Çölün ortasında fırtınaya yakalanan bu ticaret kervanı da battaniyelerinin ve çadır bezlerinin altına sığınmış, doğanın gazabının geçmesini bekliyorlardı. Atının gözlerini kuşağına sıkıştırdığı bez ile bağlayan Kaptan, fırtına dindiğinde kara atlının izini kaybetmiş olmaktan korkuyordu. ‘Beni öldürecek olan kişi, yakında sana büyük bir haber getirecek…’ Şeyh’in sesi kulaklarında yankılanıyordu. Büyük bir haber… Bir haberci… Aklına Asaf’tan başkası gelmiyordu ama onun Şeyh’i öldürebilme ihtimali nasıl mümkün olabilirdi? Asıl aklını kurcalayan soru bu değildi elbette. Sorulması gereken soru Şeyh’in neden ölümünü tasarlaması ve ölmek istemesiydi. ‘Ölüm vuslattır.’ Bu cümle Şeyh’in büyün öğretisinin temeliydi. Ölümden korkmayan ve inancı dağıtacak olan neferler yetiştirmek. Bunun için çok adam öldürmüştü. Artık adam öldürme sırası kendine gelmişti. Kaptan, savaşı devralma sözünden bunu anlıyordu. Asla kılıcını kullanmaktan yana olmamıştı ancak bundan sonra konumu ve şartlar bunu yapmasını zorunlu mu kılacaktı? Lider olmak öldürmeyi mi gerektirirdi? Şeyh niye ölmek istiyordu? Ölmek istemesi bir yana neden ölümü için plan yapıyordu?

Siar, Kaptan’ı pencerede gördüğünden beri içini bir korku kaplamıştı. Kaptan’ın bakışları bakış değildi. Bir şeyler oluyordu. Taşıdığı kâğıtlarda belki de birilerinin hayatı harcanıyordu ama işi sadece haber taşımaktı ve fazlasını bilmeye ne ihtiyacı ne de hakkı vardı. Ama yaşadığı konakta neler olup bittiğini bilmek istiyordu. En azından merak ediyordu. Eskiden olsa bir şeyi merak ettiğinde babasına sorardı. Babasıyla ilgili iki hatırayı hatırlayabiliyordu sadece. Babası ona tahtadan bir at yapmıştı ona biniyordu. Babası da Siar’a eşlik etmek için bir tahta parçasını at gibi kullanıp Siar’ın kendisine gülmesini seyrediyordu. Bir diğeri ise babasına tavuklarla ilgili sorduğu bir soruydu. Babası kahkaha ile karşılamıştı ama ne sorduğunu hatırlamıyordu. Biraz büyümenin verdiği bir olgunlukla tahta parçası üzerinde kendisine bakan babasını anlayabiliyordu. İnsanın bir çocuğunun olması bu demekti. Aynı anda hayali atlara binip gülebilmek… Sonrası karanlıktı. Babasıyla ilgili bir tek şey daha hatırlıyordu: ölümünü. Sadece annesinin feryatları gözünün önünden akıp geçiyordu. Bu aynı zamanda annesini de son görüşü olmuştu. Annesine ne olduğunu bilmiyordu. Niye ağladığı sorusuna tek yanıtı babasının ölümüydü. Kendi kollarından tutup sürükleyen adamları hatırlıyordu. Annesini de iki adam tutuyordu kollarından. İçini garip bir hüzün ve özlem kapladı. Annesini bugüne kadar çok yerde aramıştı. Ama kimse bu konuda konuşmuyordu. Belki gerçekten bir şeyler bilmiyorlardı ama Siar bun inanmıyordu. En azından babasının mezarını biliyordu ama ya annesi? Öldüyse bile nerede olduğunu bile bilmiyordu. Zaten artık bu konuda çok da umutlu değildi. Ailesinin sadece konaktakiler olduğuna inandırmıştı kendine. Kamber’i bir ağabey, Şeyh’i de her şeyi bilen babası gibi görüyordu. Ama elbette bu yönde hareket etmiyor ve bunu onlara belli etmiyordu. Bunun zayıflık olacağını düşünüyordu. Siar bu düşüncelerle boğuşurken yanına yaklaşan fedainin gölgesini görünce irkildi:
- Ne var? Dedi fedaiye. Fedai duruşunu bozmadan, ifadesiz bir yüzle cevapladı:
- Kamber acil olarak seni çağırıyor. Bir şeylere tepesi atmış, benden söylemesi. Siar, yerinden doğruldu. Bahçeye ezilmiş güllerin ve ıslak toprağın harmanlanmış kokusu hakimdi. Güneş tepede tüm yakıcılığı ile parlıyordu. Parlaklık, konağın gümüşümsü duvarlarından yansıyordu. Gözlerini kısmak zorundaydı. Fedai ona bakmadan arkasını döndü ve görev yerine gitti. Siar acilen çağırıldığını ve Kamber’in tepesinin atmasının ne demek olduğunu biliyordu. Kamber böyle anlarda mutlaka fırça atacak birilerine ihtiyaç duyardı. Bu kez kurban kendisiydi. Ağır ağır merdivenlerden çıktı. Adımlarında en ufak bir acele ve yetişme telaşı yoktu. Yol boyunca yiyeceği fırça için kendini hazırlamak ister gibiydi. ‘Bir ağabey kardeşine kızıyor’ diye geçirdi içinden; ‘Bir ağabey kardeşine kızıyor.’ Kamber’in odasına girdiğinde, Kamber bir duvardan bir duvara volta atıyordu. Siar’ın geldiğini görünce yüzünü yumuşattı. Çatık kaşlarının ardından aniden sevimli bir yüz belirdi:
- Gel Siar, gel. Dedi yumuşak bir sesle. Siar cevap vermedi; sadece söyleneni yaptı.
- Otur Siar, seni düşünceli gördüm. Bir sorun mu var? Dedi Kamber. Bir şeyleri anlamak ister gibiydi.
- Hayır, sadece sıcaktan bunalmıştım. Öylece köşkün etrafında dolanıyordum. Yorulunca arka taraftaki çiçeklerin yanına oturdum. Diye cevapladı soruyu Siar. Bunun işe yarayacağını umuyordu. Aslında atların yanındaydı. Kendi atını tımarlıyor ve onunla konuşuyordu. Bir ara gözü Kaptan’a da ilişmişti. Atına atladığı gibi gitmesi bir olmuştu, bu yüzden bir şey soracak fırsatı da olmamıştı. Kamber, anlayışla karşılamış gibi yaparak Siar’a gülümsedi:
- Yorucu günler geçiriyoruz Siar. Dedi. Çok yorucu günler. Hepimizin dinlenmesi gerekli. Bunun yanında arada insanın kendini dinlemesi de iyi geliyor. Ancak seni elbette ki bunun için çağırtmadım. Az önce bir şey isteyip istemediğini sormak üzere Kaptan’ın odasına çıkmıştım.
Siar, az kalsın ‘Kaptan odasında değil ki, o gitti.’ Diyecekti. Ama kendini tuttu. Cümlenin sonunda gelecek soruyu bekliyordu. Kamber devam etti:
- Ama boş oda dışında hiç bir şey bulamadım. Kaptan ortalıkta yok. Birkaç fedai köşkün her yanına baktılar ama hiçbir yerde yok. Atının da olmayışı bize uzak bir yolculuğa çıktığını söylüyor. Sen de atların yanındaymışsın. Giderken görmüş olmalısın. Sana bir şey söyledi mi?
Siar çenesini kaşıdı:
- Çok ani olmuştu. Atına atladığı gibi gitti. Bir şey soramadım. Hem ben sizin bilginizle gittiğini düşünmüştüm. Şimdi bana Kaptan’ın kimseye haber vermeden köşkten kaçtığını mı söylüyorsun? Kamber, cümledeki ince alayı anlamamazlıktan gelmeyi tercih etti. İstese Siar’ı bu cüretinden dolayı orada haklayabilirdi ya da hakaret yağmuruna tutabilirdi ve bu içini rahatlatırdı. Ancak Siar için farklı planları vardı:
- Peki Siar, dedi. Gidebilirsin…
Yüzündeki sevimlilik ve yumuşaklık yavaş yavaş silindi ve sanki hiç öyle davranmamış gibi bir hale büründü. Siar dışarı çıktı. Kamber, odada volta atmaya devam ediyordu. Şeyh gitmişti, Kaptan gitmişti, Asaf gelmişti ve tek meraklı haberci de o değildi. Şimdi bir de Siar’ın soruları ve bilme isteği tehdit oluşturuyordu. ‘Neden insanlar bu kadar meraklıdır ki?’ Diye düşündü. ‘Bıraksınlar, gizli kalması gereken şeyler gizli kalsın.’ Sonra köşkü nasıl çekip çevireceğini planlamaya koyuldu. Her hamleyi hesaplaması gerekiyordu. Hatasız olması gereken bir oyun hazırlıyordu. Mükemmel işleyen bir plân…
- Her şey yoluna girecek… dedi kendi kendine. Her şey yoluna girecek… Yeter ki şu plan işlesin...

Siar, Kamber’in yanından ayrıldıktan sonra tekrar bahçeye döndü. İçini kaplayan bu sıkıntı ve hüzünden memnun değildi. En kısa zamanda bu hali üzerinden atmak istiyordu. Çünkü bu duygu ona anne ve babasını hatırlatıyordu. İkisinden de ayrıldığında çok küçüktü. Üç yaşındaydı. Bu yüzden babasının öldürüldüğünü bilmiyordu.

28 Nisan 2010 Çarşamba

▼Üçüncü Bölüm

Güneşin sabah serinliğindeki hafif ılıklığı, Kaptan’ın odasını ısıtmaya başlamıştı. Kaptan, her ne kadar sabah güneşini seviyorsa da, huzurlu değildi. Odasının tabanını kaplayan İran işlemeli halıları ve odanın bir duvarını boydan boya kaplayan kitaplığı inceledi bir süre. Vakit harcamak istemiyordu. Kafasındaki soru işaretlerini cevaplamak istiyordu. Şeyh, oyundaki şah gibiydi; şimdi neden böyle bir şey istiyor olabilirdi? Planı neydi? Şeyh’i tanıyordu. Ancak, bu hamlesinin, savaşta zafere götürecek bir hareket mi yoksa gerçek bir intihar mı olduğunu kestiremiyordu. Eğer bu bir satrançsa, kendisi hangi taşın yerini tutuyordu? Aklındaki sorularla beraber, Kaptan’ın öfkesi de artıyordu. Kendisinden bir şeyler gizlendiği düşüncesi beynini kemiriyordu. Bundan hiç hoşnut olmamıştı; hatta bu yüzden bir adamını öldürdüğü de olmuştu. Parmaklarının titrediğini ayrımsamadan, pencereye yöneldi. Güneş ışıklarının odaya doluştuğu pencerenin önünde durup, önünde uzanan ve bir gece öncesinde eşsiz bir güzelliğe sahip, şimdi ise bir harap olmuş bahçeye baktı. Kuşandığı silahları hala üzerindeydi. Gözlerini gökyüzünün maviliğine dikerek, eliyle kılıcının kabzasını kavradı. Sağ elini yumruk yapıp, kalbi üzerine bastırdı. Gözlerinde çakan şimşeklerin farkında bile değildi. O anda onu gören birisi, biraz sonra ortalıkta canlı bırakmayacağına yemin edebilirdi. Sabahın ferahlatıcı havasından derin bir nefes daha aldı:
- Allah’a and olsun ki, sen ölmeden bütün sırlarını öğreneceğim! Dedi.

Siyah giymiş fedailer, ölen arkadaşlarını defin işlerini tamamlamışlar; avluya dönmüşlerdi. Herkes eski görev yerlerine geri dönüyordu. Yüzleri kapatan yarım peçeler, gözlerden akan damlaları gizleyemiyordu. Ölüm, savaşın kaçınılmaz bir sonucuydu. Herkese bu ilk derslerden itibaren öğretilmişti. Ölen birinin arkasından yas tutmak, ya da onunla ölmek istemek veya bu yönde bir hareket yapmak kesinlikle yasaktı. Bu davranışın engellenemediği durumlarda, davranışı gerçekleştiren kişiye ‘Onursuz’ damgası vuruluyor ve asla bir daha eskiden olduğu halde muamele edilmiyordu.
Siar, Kaptan’ın atını seyise bırakmış, kendi atıyla ise bizzat ilgilenmişti. Kendi bineğine, kendisinden başka kimsenin iyi bakacağına inanmıyordu. Seyisin atlara bakmak ve onları eğitmek konusunda ne kadar becerikli olduğunu biliyordu ancak bu atını ona emanet etmesine yetecek bir sebep değildi. Siar, avluya döndüğünde fedailere Kamber’in konaktan çıkıp çıkmadığını sordu ve hala içeride olduğu cevabını aldı. Evde olmaktan duyduğu mutlulukla, derin bir oh çekti ve başını göğe kaldırıp ciğerlerini doldurabildiği kadar temiz havayla doldurdu. Tam başını indiriyordu ki, konağın ikinci katında açık bir pencere ve pencerede tüm heybetiyle gözlerini bahçeye dikmiş bir adam gördü:
- Kaptan… diyebildi sessizce. Kaptan’ın gözlerindeki öfkeyi ve kararlılığı görebilecek kadar yakındı konağa. Bu bakışlara bir anlam vermeye çalışırken, Kaptan bir anda pencere kenarından yok oldu. Gözlerinin hayal görmediğinden emin olan Siar, garip düşüncelere daldı. Kaptan’ın Kamber’i nereden tanıdığını bilmiyordu. Ve onunla ilgili sadece anlatılan kahramanlık hikayelerini duymuştu. Şeyh’in yakın bir dostu olduğunu ve davalarının sağlam dayanaklarından biri olduğunu biliyordu. Daha önce haber getirmesi için Kaptan’ın evine gitmişti ancak iki gün boyunca beklemesine rağmen eve gelen giden olmamıştı. Onu ilk kez, Şeyh’ten haber götürdüğü zaman görmüş ve anlatılan hikayelerle karşısında adam arasında bağ kurmakta epeyce zorlanmıştı. Siar, ona karşı saygı ve aynı zamanda korku duyuyordu. Şeyh’in onu niye çağırttığı ise kafasında ayrı bir soruydu.

Kamber, Şeyh’in odasından çıktığında eski Kamber’den eser kalmamış gibiydi. Rengi atmış ve gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ahşap işlemeli kapıyı kapattıktan sonra Şeyh'in kendisine verdiği kağıdı kuşağıda sıkıştırdı. Aklında hep aynı cümle dolanıyordu:
- Asla eskisi gibi olmayacak, asla!
Şeyh’in öleceğini ve verdiği emri artık biliyordu. Ancak bildiği bir şey daha vardı: ‘Şeyh’in nasıl öleceği’. Beynine kan hücum ediyordu. Kendisine emredilen şey tam anlamıyla Şeyh’in öldürülmesi için ortam hazırlamaktı. Bunca yıl yanında olduğu, hizmet ettiği, tâbii olduğu Şeyh’in ölümü için gerekli şartları hazırlamak üzere görevlendirilmişti bu kez. Şimdiye kadar kaç kez birinin ölümü için plan yaptığını hatırlamıyordu ama bu şüphesiz en zoru olacaktı. Daha şaşkınlığını üzerinden atamamışken, Şeyh’in odasına doğru koşarak gelen bir fedai gördü. Önüne geçip fedaiyi durdurduktan sonra neden koştuğunu sordu. Nefes nefese kalan fedai yanıtlamaya çalıştı:
- Kapıda efendim, kapıda!
Kamber, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Adamın sakinleşip konuşmasını bekledi:
- Kapıda efendim, geldi.
Kamber hiddetlenerek:
- Kim geldi?! Dedi.
- Asaf, efendim. Şeyh’in yolunu beklediği Asaf! Asaf geldi!
Kamber, henüz az önceki görüşmenin şokunu üzerinden atamazken, bir de bu haberle sarsıldı. Gözlerini korkuyla karışık endişe kapladı. Kendini toparlayarak:
- Tamam, sen gidebilirsin. Asaf’ın geldiğini Şeyh’e ben iletirim. dedi ve ekledi:
- Sen, seyise git ve Şeyh’in kendisini çağırdını söyle, hemen gelsin!
Kamber avluya geldiğinde; Asaf, atından inmiş ve bir gece öncesinin izlerinin taze olduğu toprağı ve ezilen gülleri inceliyordu. Asaf, Kamber’in geldiğini görünce gülümsedi ve:
- Sanırım benden daha daha değerli insanları ağırladınız… Ben, ‘benim için kutlama hazırlanır’ diye düşünüyordum. Ancak, gördüğüm kadarıyla daha önemli misafirleriniz varmış. Dedi.
Kamber, bu sözleri gülümseyerek karşıladı ve Asaf’ı bağrına basarak cevap verdi:
- İyi ki geldin evlât, hem yüzüne hem gülmeye hasret kalmıştık…
Asaf, yolculuğun da verdiği öfkeyle Kamber’e baktı:
- Ee, artık hasretini giderdiysen Şeyh’i görebilir miyim? Dedi.
Kamber, gözlerini Asaf’ın gözlerinden kaçırarak yere baktı:
- Şeyh, dün gece buradan gitti. Dedi. Haberi benim almamı söyledi.
Asaf, anlamsız bakışlarla Kamber’i süzüyordu:
- Bunun için kanıtın var mı? Sana güvenimi sorgulama sakın, ancak bu haberi ancak ona iletebilirim. Aldığım emir böyle.
Kamber, kendinden emin bir şekilde gülümsedikten sonra:
- Gel, dedi. Şeyh’in odasına geçelim.

Şeyh’in odasına girdiklerinde Kamber, kuşağındaki kağıdı çıkardı ve Asaf’a uzattı:
- Al. Dedi. Sana kanıt!
Asaf, kağıtta yazanları okuduktan sonra:
- İyi ama Şeyh nereye gitti? Diye sordu.
Kamber’in gözlerindeki endişe silinmişti:
- Giderken sadece zamanı geldiğinde döneceğini söyledi.
Asaf, cevaba olmasa da Şeyh’in gittiği konusunda ikna olmuştu. O güne kadar hiç yapmadığı bir şey yaptı ve haberi vermesi gereken kişi yerine bir başkasına verdi.

Aynı anda konağın büyük ve iki kanatlı ahşap kapısı açıldı ve içeriden dörtnala bir atlı çıktı. Simsiyah kıyafetlerle, siyah bir ata binmiş olan bu atlı konaktan olabildiğince hızlı uzaklaşmak ister gibiydi. Kimseye görünmediğinden emin olmak için başını hafifçe çevirip baktıktan sonra atını yeniden mahmuzladı ve daha da hızlanarak, arkasında bıraktığı toz bulutunun içinde kayboldu.
Ne yazık ki, kafasındaki soru işaretlerine bir cevap bulamadığı için öfkesi yüzünden okunan Kaptan, açık pencereden kaybolan atlıyı görmüştü. Odasından çıkarak, seyise atını hazırlamasını söyledi. Kendisi de tüm silahlarının ve zırhlarının üzerinde olduğundan emin olduktan sonra avluya indi ve hazırlanmış atına atlayarak, o da kapıdan dörtnala çıktı. Gözlerinde kararlılık okunuyordu. Henüz kara atlının bıraktığı toz dumanı dağılmamıştı. Kaptan, kendi kendine konuşarak:
- Asla çok uzağımda olmayacaksın eski dostum, asla! Hep bir adım arkanda olacağım. Dedi ve o da, hala inmemiş toz bulutunu tazeleyerek gözden kayboldu.

27 Nisan 2010 Salı

▼İkinci Bölüm

Kaptan ve Siar, Şeyh'in konağına ulaştıklarında güneş henüz doğmamıştı. Bütün gece at sürmekten yorgun düşmüşlerdi ancak gözlerinde uykudan en ufak bir iz bile yoktu. Şeyh'in konağında yaklaştıklarında önce tüten siyah dumanı daha sonra da konağın etrafında koşuşturup duran adamları gördüler. Bu adamlar fedailer gibi giyinmemişlerdi. Kaptan, Siar'a keskin bir bakış fırlattı. Siar aynı anda kılıcının kabzasını kavradı. Sabah yeli saçlarını okşuyordu. Kaptan önce saklanıp, neler olup bittiğini anlamak istediyse de artık görünür derecede konağa yaklaşmışlardı. Kaptan, seri bir hareketle kılıcını kınından çıkardı. Havada sallayarak bu adam güruhuna karşı hücuma geçti. Siar, Kaptan'ın hemen arkasındaydı. Bunu gören adamlar, oldukları yerde kalarak atlıların geldikleri yöne gözlerini diktiler. İçlerinden iki kişi atlılara doğru yürümeye başladı. Kaptan, tedbirsizce hareket eden bir adam değildi. Adamların konuşmak istediklerini anladı ve sert bir şekilde atının yularından çekerek atını durdurdu. Hayvan o kadar acı duydu ki, şaha kalktı. Kaptan, yüzleri seçebilecek kadar yaklaştığında şaşkınlığını gizleyemedi:
- Kamber, evladım!
Yüzünü örten siyah örtüden kurtulan Kamber:
- Kaptan! Şükürler olsun ki geldin. Sana bu andan daha çok ihtiyacımız olamazdı.
Siar, Kamber ve Kaptan'ın birbirlerini nereden tanıdıklarını anlamaya çalışırken, Kaptan çoktan atından inmiş Kamber'le kucaklaşmıştı bile. Kamber eliyle Siar'a işaret ederek atları seyise götürmesini söyledi. Kaptan'a dönerek:
- Bunca yılı o delikte saklanarak mı geçirdin ha?! Sen kış uykusundayken, diğerleri hiç uyumadı. Sen ortadan kaybolduğundan beri çok şey değişti Kaptan, çok şey!
Kaptan, eski dostunu baştan aşağı süzerek:
- Evet, dedi. Değişen şeyleri görebiliyorum. Eskiden sakalların siyahtı ve dişlerinin sayısı da otuzikiydi.
Güçlü bir kahkaha patlatan Kamber, sakalını sıvazladı:- Sen bir de Şeyh'i görmelisin! dedi. Kaptan, Kamber'e sinsice baktı:
- Bunu Şeyh'e söylersem, bu ağzından çıkan son söz olur. dedi. Sonra bir kahkaha da o patlattı.

Şeyh'in odasına çıktıklarında Şeyh'i masasının başında derin düşüncelere dalmış halde oturur buldular. Kaptan, aldığı mesajdan durumun ciddiyetinin farkındaydı. Ancak Şeyh'in bu halini gördükten sonra kafasında daha çok soru işareti oluşmaya başladı. Şeyh başını kaldırmadan eliyle Kamber'e çıkmasını işaret etti. Kamber, saygıyla eğildikten sonra odayı terketti. Kapının kapandığını duyan Şeyh, yavaşça başını kaldırarak Kaptan'a baktı:
- Gel, eski dostum! Gel Kaptan, gel! Sen gittin gideli ortalık rotasını şaşıranlarla doldu taştı.
Kaptan, yavaş adımlarla Şeyh'in yanına yaklaştı ve elini iki avucuyla kavrayarak öptü ve alnına koydu:
- Geldim Şeyh'im, geldim...
Şeyh, Kaptan'a oturmasını işaret etti. Kaptan sessizce itaat etti ve konuşmaya hazırlanırken Şeyh, elini kaldırarak onu durdurdu:
- Yoruldum Kaptan, dedi. Yoruldum artık. Bunca yıldır bu davayı güdüyoruz. Bunca yıldır çok kan döktük, çok kan akıttık. Çok savaştık Kaptan, çok! Görüyorsun ki sakalımda kara kıl kalmadı. Saçlarım alabildiğince ağardı. Alnımdaki çizgiler derinleşti de derinleşti. Ne gücüm kaldı, ne azmim Kaptan. Dün kırk adamımı kaybettim. Kırk fedai! Her taraftan saldırdılar. Bu yaştan sonra ak sakalıma kan sıçradı, yemin etmişken üstelik Kaptan! Seni buraya bu savaşta yanımda ol diye çağırmadım. Seni buraya bu savaşı devralman için çağırdım. Bunu emanet edebilecek başka kimsem yok Kaptan.
Kaptan, söylenenlerden hiçbir şey anlamamışcasına Şeyh'e bakıyordu. Gözlerini, Şeyh'in gözlerine dikmişti. Şeyh, sözlerine devam etti:
- Söylediklerimin sana yabancı geldiğini biliyorum eski dostum. Bunların hiçbiri benden duymayı beklediğin şeyler değil, farkındayım. Ama olması gereken bu! Bu an, beni son görüşün olacak Kaptan, bunu bilesin. Bundan sonra hep yanında olacağım, ancak beden hapishanesinden kurtulmuş olarak. Bu hapishanenin anahtarı sensin! Nasıl olsa bir gün öldürüleceğim. Bunu bir dostun yapması, sakallarından kan damlayan düşmanın yapmasından daha hayırlıdır. Beni sen öldüreceksin Kaptan! Bunu sen yapacaksın...
Kaptan'ın duydukları karşısında kanı donmuştu. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Elleri titriyor, sözcükler boğazında düğümleniyordu. Şeyh'i öldürmek aklından geçebilecek en son şeydi. Oysa şimdi Şeyh, ona bunu emrediyordu. İlk defa Şeyh'in emrine karşı gelme cesaretini gösterdi:
- Söylediğiniz şey çok korkunç Şeyh'im. Ne bu emrin sebebini anlamaya aklım, ne de bunu yapmaya gücüm yeter...
Şeyh, şevkatle gülümsedi:
- Sana eline kılıcı alıp da kellemi gövdemden ayır demiyorum ki Kaptan! Sen sadece söylediklerime itaat et. Ve unutma ki ölümüm davamız için bir son değil, ateşleyici bir başlangıç olacak...
Kaptan, kafası daha da karışmış bir halde Şeyh'e sordu:
- Peki seni kim öldürecek?
Şeyh, sinsice gülümsedi:
- Beni öldürecek olan kişi, yakında sana büyük bir haber getirecek, dedi.
Sonra yavşça ayağa kalkarak, Kamber'e seslendi. Kamber, odaya girdikten sonra Kaptan'a odasını göstermesini ve sonra da yanına gelmesini söyledi. Kaptan'a dönerek:
- Uzun ve yorucu bir gece geçirdin, eski dostum. Şimdi biraz dinlenmelisin. Söylediklerim hakkında düşünme. Sen sadece emirlerime itaat et. İleride meyvalarını toplayacaksın... dedi.
Kamber ve Kaptan odadan çıktıktan sonra Şeyh, derin bir nefes aldıktan sonra gözlerinden akan yaşlara hakim olamadı. Kendi kendine:
- Özür dilerim çocuğum, ama böyle olmak zorundaydı. Eğer ben de cennete girecek olursam, sana sebebini orada açıklayacağım... Özür dilerim... Beni bağışla Asaf!
Kamber, söylenenleri yapıp tekrar Şeyh'in odasına döndüğünde Şeyh, kapıyı kapatıp yanına gelmesini söyledi. Kamber, Şeyh'e yaklaştığında Şeyh oldukça sessiz konuşarak:
- Bu odada söylediklerim bu odada kalacak Kamber! Dışarıdan hiçkimse, Kaptan bile bunu bilmeyecek...

▼Birinci Bölüm

Kanatlarının altındaki tüyler rüzgarın ve hızın etkisiyle titrer gibi dalgalanıyordu. Yerden yaklaşık bin beşyüz metre yüksekte uçuyordu ve gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Güneş tüm yakıcılığıyla parlıyordu. Kartalın keskin gözleri yerdeki bir hareketliye dikilmişti. Aşağıda uçsuz bucaksız bir arazi uzanıyordu. Kurumaya yüz tutmuş tek tük ağaçlar, yıllardan beri bu lanetli arazinin bekçiliğini yapıyor gibiydiler. Gittikçe daha zor nefes alıyordu haberci; yaklaşık 4 gündür yoldaydı. Nefesi kabarıyor, ciğerleri daha fazla havayı içeri çekebilmek için göğüs kafesini zorluyordu. Atının yularına tüm gücüyle yapışmış gibiydi. Canı pahasına da olsa taşıdığı haberi ulaştırma görevi verilmişti haberciye; ve o bunu hakkıyla yerine getirmeye kararlıydı. Taşıdığı haber hakkında sadece hayati önem taşıdığından başka hiçbir şey bilmiyordu. Görevi sadece haber taşımaktı ve bunun ne demek olduğunu iyi biliyordu. Tarih; haberciler sayesinde kazanılan çok zafer yazmıştı. Ancak kendi savaşını veren bir haberci... Bu tarihin yabancı olduğu bir konuydu...

Aynı saatlerde, bu güzel yaz gününü iki katlı konağının; kalın ve yüksek duvarlarla – bu duvarlar adeta bir suru andırırdı- çevrili, içinde her çeşit çiçeğin yanında en çok gülün yetiştirildiği geniş bahçesindeki sedirinde oturup önündeki küçük masadaki sayfalarla ilgilenerek geçiren Şeyh, hemen yanında, ayakta ve verilecek herhangi bir emre koşulsuz itaat etmek üzere bekleyen Kamber'e sordu:
- Asaf hâlâ gelmedi mi?
Cevabını bildiği sorular sormazdı. Bu soru aslında ''Yolda yakalanmış olmasın...'' demekti. Kamber bunun bilincindeydi ve cevabı da o yönde oldu:
- Asaf, uzun bir yoldan geliyor Şeyh'im. Takdir edersiniz ki yolun verdiği ıstırap her insanın taşıyacağı türden değildir. Ancak Asaf buna dayanacak güçtedir.
''Yolun verdiği ıstırap...'' derken Kamber, elbette ki yolun verdiği yorgunluktan bahsetmiyordu. Habercilerin taşıdığı haberin önemini çok az kişi bilirdi. Ancak bu çok az kişinin yol boyunca kuracağı tuzaklar asla az olmazdı. Şeyh, beyazlamış kaşlarını çattı ve büyük bir ciddiyetle kaşlarından daha beyaz görünen sakalını sıvazladı. Derin bir endişeye kapılmış görünüyordu. Akşam giderek yaklaşıyordu ve ertesi sabahtan önce haberi almalıydı. Elini, belindeki kuşağına soktuğu kılıfı ve sapı yakut taşlarıyla süslenmiş hançerine götürdü. Kamber'e dönerek:
- Bana Siar'ı çağırın! dedi.
Siar, en güvendiği ulaklarındandı. O gelene kadar kağıda bir şeyler karaladı. Siar geldiğinde kağıdı katladı ve mühürledi:
- Siar! dedi. Sesi titriyordu.
- Bunu al ve Kaptan'a götür! dedi. Hemen yola çık! Ne kadar erken varırsan o kadar iyi! Sana canımı emanet ediyorum Siar! Bunu unutma!
Kamber olacak olanları az çok tahmin ediyordu. Siar, huzurdan ayrılırken tam Şeyh'e dönüp olanları sormaya cesaretlenmişti ki Şeyh'in ayağa dikildiğini ve kara gözlerinin kendisine dikildiğini gördü:
- Kamber, tez bütün fedaileri topla! Cengimiz yakındır. Kamber, tek söz söylemeden emri yerine getirmek için huzurdan uzaklaştı. Şeyh aklından türlü şeyler geçiyordu. ''Ya Asaf yakalandıysa!'' , ''Ya haberi öğrendilerse!'' , ''Ya buraya geliyorlarsa!'' Haber, yalnızca Asaf'ın hayatını değil Şeyh'in de hayatını tehdit ediyordu. Şeyh, müridlerine hep ''Ölüm düğündür!'' derdi. Kendisi de ölümden korkmuyordu. Sadece yapmak istediği çok şey vardı ve görevini tamamlamadan ölmek istemiyordu. Bunu 'vuslat'tan bile çok istiyordu. Kamber, bütün fedalileri toplamış ve sıraya dizmişti. Huzura çıktı:
- Fedailer emirlerinizi bekliyor Şeyh'im!
Şeyh, tüm fedaileri tek tek süzdü. Üstlerinde ipek, parlak ve kırmızı kumaşlardan şallarla örtülmüş beyaz entariler bulunan yüz adam, gözlerini kırpmadan atılmak için Şeyh'in vereceği emirleri bekliyorlardı. Ölüm sessizliği tüm bahçeye yayılmış ve en ufak bir yaprak hışırtısı bile tüm netliğiyle duyuluyordu. Sessizlik kısa sürdü. Şeyh, kararlı ve güçlü bir sesle kükredi:
- Evlatlarım! Kahraman fedailerim! Bugün cenk günüdür. Düşman her an kapımıza dayanabilir. Askerlerim! Bugün mevcudiyetimiz; sizlerin yüreği, cesareti ve azmine bağlıdır. Birliğimizin varlığını canınız pahasına koruyacağından şüphem yok. Ancak düşman gözüpek ve kararlıdır; her an tetiktedir ve bu durumda bizim her daim uyanık bulunmamız icap eder. Unutmayın ki Allah bizimledir. Gâzâmız mübarek olsun! Şeyh, sözlerini bitirdiğinde yüz fedai de büyülenmiş gibiydi. Kamber onları görev yerlerine yolladığında Şeyh, çoktan sedire oturmuştu. Eliyle Kamber'e gelmesini işaret etti. Kamber huzura gelip Şeyh'e yaklaştı:
- Emredin Şeyh'im! dedi. Şeyh, Kamber'e - ince, uzun yapılı, esmer ve genç yaşında kırarmış sakalıyla ihtiyar bir adam gibi görünen, kırk üç yaşında ve beyaz dişlerinden ikisi kırılmış bu adama - uzun ve derin bir bakışla bakıyordu. Sonunda beyaz bıyığı ve onunla karışmış sakalının arasındaki etli pembe dudakları kıpırdadı:
- Tedbirli olmalı Kamber, tedbirli olmalı evladım... Bu gece değil Kamber, bu gece değil... Bu gece olmamalı. Vuslat için çok erken. Yapılacaklar var. Tedbirli olmalı, tedbirli olmalı Kamber...
Bunları o kadar sessiz söylemişti ki; Kamber, duymak için iyice eğilmek zorunda kaldı. Kamber söylenen şeyi anlamıştı. Tehlike büyüktü. Fedaileri ona göre uyarmak ve gerekli diğer tedbirleri almak için izin isteyip huzurdan çıktı. Şeyh, gözlerini gökyüzüne dikti. Bulutsuz gökyüzünün ortasında kara bir leke gibi süzülen kartalı gördü. Bahçede her çeşit gülden vardı. Kırmızı, beyaz, sarı, pembe... Etrafa güller ile yeşil çimenlerin yaydığı taze koku hakimdi. Derin bir nefes aldı; kartaldan gözlerini ayırmadan:
- Ah göklerin şahı! Kimbilir nerelerden geliyorsun... Bir de Asaf gelmiş olsaydı... Bir de Asaf...

Siar'ın Kaptan'a ulaşması geceyi bulmuştu. Atını dörtnala sürerek Kaptan'ın bulunduğu kerpiçten örülme duvarlarıyla gayet mütevazi duran tek katlı bahçesiz ve kırılmaya yüz tutmuş ahşap pencerelerinden oldukça eski oldukları anlaşılan kapı ve pencereleri gıcırdayan eve ulaşmıştı. Kaptan yalnız yaşıyordu. Evine kimsenin gelmesini istemiyor; kendisi de kimseyi ziyarete gitmiyordu. Şeyh'i çok eskiden beridir tanırdı ancak uzun zamandan beri ne ondan bir haber almış ne de yüzünü görmüştü. İçeride yanan mumum loş ışığı Kaptan'ın evde olduğunu haber veriyordu. Kapısının kırılacakmış gibi çalınmasına sinirlenmişti:
- Kapıma kıracak gibi vuran bu densiz de kim oluyor?! Siar dışarıdan nefes nefese seslendi:
- Beni Şeyh gönderdi efendim, size çok önemli bir mesajı var. Şeyh kelimesi Kaptan'da büyük bir sarsıntıya neden olmuştu. Kapıyı aceleyle açtı:
- Şeyh ha! Bunca zaman sonra... Şaşkınlığı her halinden belli oluyordu. Siar büyük bir titizlikle Şeyh'in kendisine verdiği kağıdı çıkardı ve Kaptan'a uzattı. Kaptan, parçalarmışcasına mührü kopardı ve kağıdı açtı. Yazılanları dikkatle okumaya koyuldu. Her geçen saniyede yüzüne büyük bir dehşet ifadesi yayılıyor, çıkık kemikleriye hatları keskinleşen yüzü kararıyordu. Siar ne olduğunu anlamaya çalışyordu. Merakına yenilip, korkarak sordu:
- Şeyh, ne diyor Kaptan? Kaptan korkutucu ve derin bakışlarla Siar'a baktı:
- Kötü çocuğum, çok kötü! Hemen yola çıkmalıyız. Beni burada bekle, bir at bulmalıyım. Olabildiğince hızlı olmalıyız... Ölümden fazlası kapımıza dayandı...