28 Nisan 2010 Çarşamba

▼Üçüncü Bölüm

Güneşin sabah serinliğindeki hafif ılıklığı, Kaptan’ın odasını ısıtmaya başlamıştı. Kaptan, her ne kadar sabah güneşini seviyorsa da, huzurlu değildi. Odasının tabanını kaplayan İran işlemeli halıları ve odanın bir duvarını boydan boya kaplayan kitaplığı inceledi bir süre. Vakit harcamak istemiyordu. Kafasındaki soru işaretlerini cevaplamak istiyordu. Şeyh, oyundaki şah gibiydi; şimdi neden böyle bir şey istiyor olabilirdi? Planı neydi? Şeyh’i tanıyordu. Ancak, bu hamlesinin, savaşta zafere götürecek bir hareket mi yoksa gerçek bir intihar mı olduğunu kestiremiyordu. Eğer bu bir satrançsa, kendisi hangi taşın yerini tutuyordu? Aklındaki sorularla beraber, Kaptan’ın öfkesi de artıyordu. Kendisinden bir şeyler gizlendiği düşüncesi beynini kemiriyordu. Bundan hiç hoşnut olmamıştı; hatta bu yüzden bir adamını öldürdüğü de olmuştu. Parmaklarının titrediğini ayrımsamadan, pencereye yöneldi. Güneş ışıklarının odaya doluştuğu pencerenin önünde durup, önünde uzanan ve bir gece öncesinde eşsiz bir güzelliğe sahip, şimdi ise bir harap olmuş bahçeye baktı. Kuşandığı silahları hala üzerindeydi. Gözlerini gökyüzünün maviliğine dikerek, eliyle kılıcının kabzasını kavradı. Sağ elini yumruk yapıp, kalbi üzerine bastırdı. Gözlerinde çakan şimşeklerin farkında bile değildi. O anda onu gören birisi, biraz sonra ortalıkta canlı bırakmayacağına yemin edebilirdi. Sabahın ferahlatıcı havasından derin bir nefes daha aldı:
- Allah’a and olsun ki, sen ölmeden bütün sırlarını öğreneceğim! Dedi.

Siyah giymiş fedailer, ölen arkadaşlarını defin işlerini tamamlamışlar; avluya dönmüşlerdi. Herkes eski görev yerlerine geri dönüyordu. Yüzleri kapatan yarım peçeler, gözlerden akan damlaları gizleyemiyordu. Ölüm, savaşın kaçınılmaz bir sonucuydu. Herkese bu ilk derslerden itibaren öğretilmişti. Ölen birinin arkasından yas tutmak, ya da onunla ölmek istemek veya bu yönde bir hareket yapmak kesinlikle yasaktı. Bu davranışın engellenemediği durumlarda, davranışı gerçekleştiren kişiye ‘Onursuz’ damgası vuruluyor ve asla bir daha eskiden olduğu halde muamele edilmiyordu.
Siar, Kaptan’ın atını seyise bırakmış, kendi atıyla ise bizzat ilgilenmişti. Kendi bineğine, kendisinden başka kimsenin iyi bakacağına inanmıyordu. Seyisin atlara bakmak ve onları eğitmek konusunda ne kadar becerikli olduğunu biliyordu ancak bu atını ona emanet etmesine yetecek bir sebep değildi. Siar, avluya döndüğünde fedailere Kamber’in konaktan çıkıp çıkmadığını sordu ve hala içeride olduğu cevabını aldı. Evde olmaktan duyduğu mutlulukla, derin bir oh çekti ve başını göğe kaldırıp ciğerlerini doldurabildiği kadar temiz havayla doldurdu. Tam başını indiriyordu ki, konağın ikinci katında açık bir pencere ve pencerede tüm heybetiyle gözlerini bahçeye dikmiş bir adam gördü:
- Kaptan… diyebildi sessizce. Kaptan’ın gözlerindeki öfkeyi ve kararlılığı görebilecek kadar yakındı konağa. Bu bakışlara bir anlam vermeye çalışırken, Kaptan bir anda pencere kenarından yok oldu. Gözlerinin hayal görmediğinden emin olan Siar, garip düşüncelere daldı. Kaptan’ın Kamber’i nereden tanıdığını bilmiyordu. Ve onunla ilgili sadece anlatılan kahramanlık hikayelerini duymuştu. Şeyh’in yakın bir dostu olduğunu ve davalarının sağlam dayanaklarından biri olduğunu biliyordu. Daha önce haber getirmesi için Kaptan’ın evine gitmişti ancak iki gün boyunca beklemesine rağmen eve gelen giden olmamıştı. Onu ilk kez, Şeyh’ten haber götürdüğü zaman görmüş ve anlatılan hikayelerle karşısında adam arasında bağ kurmakta epeyce zorlanmıştı. Siar, ona karşı saygı ve aynı zamanda korku duyuyordu. Şeyh’in onu niye çağırttığı ise kafasında ayrı bir soruydu.

Kamber, Şeyh’in odasından çıktığında eski Kamber’den eser kalmamış gibiydi. Rengi atmış ve gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ahşap işlemeli kapıyı kapattıktan sonra Şeyh'in kendisine verdiği kağıdı kuşağıda sıkıştırdı. Aklında hep aynı cümle dolanıyordu:
- Asla eskisi gibi olmayacak, asla!
Şeyh’in öleceğini ve verdiği emri artık biliyordu. Ancak bildiği bir şey daha vardı: ‘Şeyh’in nasıl öleceği’. Beynine kan hücum ediyordu. Kendisine emredilen şey tam anlamıyla Şeyh’in öldürülmesi için ortam hazırlamaktı. Bunca yıl yanında olduğu, hizmet ettiği, tâbii olduğu Şeyh’in ölümü için gerekli şartları hazırlamak üzere görevlendirilmişti bu kez. Şimdiye kadar kaç kez birinin ölümü için plan yaptığını hatırlamıyordu ama bu şüphesiz en zoru olacaktı. Daha şaşkınlığını üzerinden atamamışken, Şeyh’in odasına doğru koşarak gelen bir fedai gördü. Önüne geçip fedaiyi durdurduktan sonra neden koştuğunu sordu. Nefes nefese kalan fedai yanıtlamaya çalıştı:
- Kapıda efendim, kapıda!
Kamber, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Adamın sakinleşip konuşmasını bekledi:
- Kapıda efendim, geldi.
Kamber hiddetlenerek:
- Kim geldi?! Dedi.
- Asaf, efendim. Şeyh’in yolunu beklediği Asaf! Asaf geldi!
Kamber, henüz az önceki görüşmenin şokunu üzerinden atamazken, bir de bu haberle sarsıldı. Gözlerini korkuyla karışık endişe kapladı. Kendini toparlayarak:
- Tamam, sen gidebilirsin. Asaf’ın geldiğini Şeyh’e ben iletirim. dedi ve ekledi:
- Sen, seyise git ve Şeyh’in kendisini çağırdını söyle, hemen gelsin!
Kamber avluya geldiğinde; Asaf, atından inmiş ve bir gece öncesinin izlerinin taze olduğu toprağı ve ezilen gülleri inceliyordu. Asaf, Kamber’in geldiğini görünce gülümsedi ve:
- Sanırım benden daha daha değerli insanları ağırladınız… Ben, ‘benim için kutlama hazırlanır’ diye düşünüyordum. Ancak, gördüğüm kadarıyla daha önemli misafirleriniz varmış. Dedi.
Kamber, bu sözleri gülümseyerek karşıladı ve Asaf’ı bağrına basarak cevap verdi:
- İyi ki geldin evlât, hem yüzüne hem gülmeye hasret kalmıştık…
Asaf, yolculuğun da verdiği öfkeyle Kamber’e baktı:
- Ee, artık hasretini giderdiysen Şeyh’i görebilir miyim? Dedi.
Kamber, gözlerini Asaf’ın gözlerinden kaçırarak yere baktı:
- Şeyh, dün gece buradan gitti. Dedi. Haberi benim almamı söyledi.
Asaf, anlamsız bakışlarla Kamber’i süzüyordu:
- Bunun için kanıtın var mı? Sana güvenimi sorgulama sakın, ancak bu haberi ancak ona iletebilirim. Aldığım emir böyle.
Kamber, kendinden emin bir şekilde gülümsedikten sonra:
- Gel, dedi. Şeyh’in odasına geçelim.

Şeyh’in odasına girdiklerinde Kamber, kuşağındaki kağıdı çıkardı ve Asaf’a uzattı:
- Al. Dedi. Sana kanıt!
Asaf, kağıtta yazanları okuduktan sonra:
- İyi ama Şeyh nereye gitti? Diye sordu.
Kamber’in gözlerindeki endişe silinmişti:
- Giderken sadece zamanı geldiğinde döneceğini söyledi.
Asaf, cevaba olmasa da Şeyh’in gittiği konusunda ikna olmuştu. O güne kadar hiç yapmadığı bir şey yaptı ve haberi vermesi gereken kişi yerine bir başkasına verdi.

Aynı anda konağın büyük ve iki kanatlı ahşap kapısı açıldı ve içeriden dörtnala bir atlı çıktı. Simsiyah kıyafetlerle, siyah bir ata binmiş olan bu atlı konaktan olabildiğince hızlı uzaklaşmak ister gibiydi. Kimseye görünmediğinden emin olmak için başını hafifçe çevirip baktıktan sonra atını yeniden mahmuzladı ve daha da hızlanarak, arkasında bıraktığı toz bulutunun içinde kayboldu.
Ne yazık ki, kafasındaki soru işaretlerine bir cevap bulamadığı için öfkesi yüzünden okunan Kaptan, açık pencereden kaybolan atlıyı görmüştü. Odasından çıkarak, seyise atını hazırlamasını söyledi. Kendisi de tüm silahlarının ve zırhlarının üzerinde olduğundan emin olduktan sonra avluya indi ve hazırlanmış atına atlayarak, o da kapıdan dörtnala çıktı. Gözlerinde kararlılık okunuyordu. Henüz kara atlının bıraktığı toz dumanı dağılmamıştı. Kaptan, kendi kendine konuşarak:
- Asla çok uzağımda olmayacaksın eski dostum, asla! Hep bir adım arkanda olacağım. Dedi ve o da, hala inmemiş toz bulutunu tazeleyerek gözden kayboldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder