27 Nisan 2010 Salı

▼Birinci Bölüm

Kanatlarının altındaki tüyler rüzgarın ve hızın etkisiyle titrer gibi dalgalanıyordu. Yerden yaklaşık bin beşyüz metre yüksekte uçuyordu ve gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Güneş tüm yakıcılığıyla parlıyordu. Kartalın keskin gözleri yerdeki bir hareketliye dikilmişti. Aşağıda uçsuz bucaksız bir arazi uzanıyordu. Kurumaya yüz tutmuş tek tük ağaçlar, yıllardan beri bu lanetli arazinin bekçiliğini yapıyor gibiydiler. Gittikçe daha zor nefes alıyordu haberci; yaklaşık 4 gündür yoldaydı. Nefesi kabarıyor, ciğerleri daha fazla havayı içeri çekebilmek için göğüs kafesini zorluyordu. Atının yularına tüm gücüyle yapışmış gibiydi. Canı pahasına da olsa taşıdığı haberi ulaştırma görevi verilmişti haberciye; ve o bunu hakkıyla yerine getirmeye kararlıydı. Taşıdığı haber hakkında sadece hayati önem taşıdığından başka hiçbir şey bilmiyordu. Görevi sadece haber taşımaktı ve bunun ne demek olduğunu iyi biliyordu. Tarih; haberciler sayesinde kazanılan çok zafer yazmıştı. Ancak kendi savaşını veren bir haberci... Bu tarihin yabancı olduğu bir konuydu...

Aynı saatlerde, bu güzel yaz gününü iki katlı konağının; kalın ve yüksek duvarlarla – bu duvarlar adeta bir suru andırırdı- çevrili, içinde her çeşit çiçeğin yanında en çok gülün yetiştirildiği geniş bahçesindeki sedirinde oturup önündeki küçük masadaki sayfalarla ilgilenerek geçiren Şeyh, hemen yanında, ayakta ve verilecek herhangi bir emre koşulsuz itaat etmek üzere bekleyen Kamber'e sordu:
- Asaf hâlâ gelmedi mi?
Cevabını bildiği sorular sormazdı. Bu soru aslında ''Yolda yakalanmış olmasın...'' demekti. Kamber bunun bilincindeydi ve cevabı da o yönde oldu:
- Asaf, uzun bir yoldan geliyor Şeyh'im. Takdir edersiniz ki yolun verdiği ıstırap her insanın taşıyacağı türden değildir. Ancak Asaf buna dayanacak güçtedir.
''Yolun verdiği ıstırap...'' derken Kamber, elbette ki yolun verdiği yorgunluktan bahsetmiyordu. Habercilerin taşıdığı haberin önemini çok az kişi bilirdi. Ancak bu çok az kişinin yol boyunca kuracağı tuzaklar asla az olmazdı. Şeyh, beyazlamış kaşlarını çattı ve büyük bir ciddiyetle kaşlarından daha beyaz görünen sakalını sıvazladı. Derin bir endişeye kapılmış görünüyordu. Akşam giderek yaklaşıyordu ve ertesi sabahtan önce haberi almalıydı. Elini, belindeki kuşağına soktuğu kılıfı ve sapı yakut taşlarıyla süslenmiş hançerine götürdü. Kamber'e dönerek:
- Bana Siar'ı çağırın! dedi.
Siar, en güvendiği ulaklarındandı. O gelene kadar kağıda bir şeyler karaladı. Siar geldiğinde kağıdı katladı ve mühürledi:
- Siar! dedi. Sesi titriyordu.
- Bunu al ve Kaptan'a götür! dedi. Hemen yola çık! Ne kadar erken varırsan o kadar iyi! Sana canımı emanet ediyorum Siar! Bunu unutma!
Kamber olacak olanları az çok tahmin ediyordu. Siar, huzurdan ayrılırken tam Şeyh'e dönüp olanları sormaya cesaretlenmişti ki Şeyh'in ayağa dikildiğini ve kara gözlerinin kendisine dikildiğini gördü:
- Kamber, tez bütün fedaileri topla! Cengimiz yakındır. Kamber, tek söz söylemeden emri yerine getirmek için huzurdan uzaklaştı. Şeyh aklından türlü şeyler geçiyordu. ''Ya Asaf yakalandıysa!'' , ''Ya haberi öğrendilerse!'' , ''Ya buraya geliyorlarsa!'' Haber, yalnızca Asaf'ın hayatını değil Şeyh'in de hayatını tehdit ediyordu. Şeyh, müridlerine hep ''Ölüm düğündür!'' derdi. Kendisi de ölümden korkmuyordu. Sadece yapmak istediği çok şey vardı ve görevini tamamlamadan ölmek istemiyordu. Bunu 'vuslat'tan bile çok istiyordu. Kamber, bütün fedalileri toplamış ve sıraya dizmişti. Huzura çıktı:
- Fedailer emirlerinizi bekliyor Şeyh'im!
Şeyh, tüm fedaileri tek tek süzdü. Üstlerinde ipek, parlak ve kırmızı kumaşlardan şallarla örtülmüş beyaz entariler bulunan yüz adam, gözlerini kırpmadan atılmak için Şeyh'in vereceği emirleri bekliyorlardı. Ölüm sessizliği tüm bahçeye yayılmış ve en ufak bir yaprak hışırtısı bile tüm netliğiyle duyuluyordu. Sessizlik kısa sürdü. Şeyh, kararlı ve güçlü bir sesle kükredi:
- Evlatlarım! Kahraman fedailerim! Bugün cenk günüdür. Düşman her an kapımıza dayanabilir. Askerlerim! Bugün mevcudiyetimiz; sizlerin yüreği, cesareti ve azmine bağlıdır. Birliğimizin varlığını canınız pahasına koruyacağından şüphem yok. Ancak düşman gözüpek ve kararlıdır; her an tetiktedir ve bu durumda bizim her daim uyanık bulunmamız icap eder. Unutmayın ki Allah bizimledir. Gâzâmız mübarek olsun! Şeyh, sözlerini bitirdiğinde yüz fedai de büyülenmiş gibiydi. Kamber onları görev yerlerine yolladığında Şeyh, çoktan sedire oturmuştu. Eliyle Kamber'e gelmesini işaret etti. Kamber huzura gelip Şeyh'e yaklaştı:
- Emredin Şeyh'im! dedi. Şeyh, Kamber'e - ince, uzun yapılı, esmer ve genç yaşında kırarmış sakalıyla ihtiyar bir adam gibi görünen, kırk üç yaşında ve beyaz dişlerinden ikisi kırılmış bu adama - uzun ve derin bir bakışla bakıyordu. Sonunda beyaz bıyığı ve onunla karışmış sakalının arasındaki etli pembe dudakları kıpırdadı:
- Tedbirli olmalı Kamber, tedbirli olmalı evladım... Bu gece değil Kamber, bu gece değil... Bu gece olmamalı. Vuslat için çok erken. Yapılacaklar var. Tedbirli olmalı, tedbirli olmalı Kamber...
Bunları o kadar sessiz söylemişti ki; Kamber, duymak için iyice eğilmek zorunda kaldı. Kamber söylenen şeyi anlamıştı. Tehlike büyüktü. Fedaileri ona göre uyarmak ve gerekli diğer tedbirleri almak için izin isteyip huzurdan çıktı. Şeyh, gözlerini gökyüzüne dikti. Bulutsuz gökyüzünün ortasında kara bir leke gibi süzülen kartalı gördü. Bahçede her çeşit gülden vardı. Kırmızı, beyaz, sarı, pembe... Etrafa güller ile yeşil çimenlerin yaydığı taze koku hakimdi. Derin bir nefes aldı; kartaldan gözlerini ayırmadan:
- Ah göklerin şahı! Kimbilir nerelerden geliyorsun... Bir de Asaf gelmiş olsaydı... Bir de Asaf...

Siar'ın Kaptan'a ulaşması geceyi bulmuştu. Atını dörtnala sürerek Kaptan'ın bulunduğu kerpiçten örülme duvarlarıyla gayet mütevazi duran tek katlı bahçesiz ve kırılmaya yüz tutmuş ahşap pencerelerinden oldukça eski oldukları anlaşılan kapı ve pencereleri gıcırdayan eve ulaşmıştı. Kaptan yalnız yaşıyordu. Evine kimsenin gelmesini istemiyor; kendisi de kimseyi ziyarete gitmiyordu. Şeyh'i çok eskiden beridir tanırdı ancak uzun zamandan beri ne ondan bir haber almış ne de yüzünü görmüştü. İçeride yanan mumum loş ışığı Kaptan'ın evde olduğunu haber veriyordu. Kapısının kırılacakmış gibi çalınmasına sinirlenmişti:
- Kapıma kıracak gibi vuran bu densiz de kim oluyor?! Siar dışarıdan nefes nefese seslendi:
- Beni Şeyh gönderdi efendim, size çok önemli bir mesajı var. Şeyh kelimesi Kaptan'da büyük bir sarsıntıya neden olmuştu. Kapıyı aceleyle açtı:
- Şeyh ha! Bunca zaman sonra... Şaşkınlığı her halinden belli oluyordu. Siar büyük bir titizlikle Şeyh'in kendisine verdiği kağıdı çıkardı ve Kaptan'a uzattı. Kaptan, parçalarmışcasına mührü kopardı ve kağıdı açtı. Yazılanları dikkatle okumaya koyuldu. Her geçen saniyede yüzüne büyük bir dehşet ifadesi yayılıyor, çıkık kemikleriye hatları keskinleşen yüzü kararıyordu. Siar ne olduğunu anlamaya çalışyordu. Merakına yenilip, korkarak sordu:
- Şeyh, ne diyor Kaptan? Kaptan korkutucu ve derin bakışlarla Siar'a baktı:
- Kötü çocuğum, çok kötü! Hemen yola çıkmalıyız. Beni burada bekle, bir at bulmalıyım. Olabildiğince hızlı olmalıyız... Ölümden fazlası kapımıza dayandı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder