Kızgın çölün ortasında göz gözü görmüyordu. Doğa insanoğluna meydan okuyordu. Dönerek gökyüzüne doğru yükselen kum taneleri, bütün gözleri kapalı kalmaya zorluyordu. Bu durumda hareket etmek imkansızdı. Çölün ortasında fırtınaya yakalanan bu ticaret kervanı da battaniyelerinin ve çadır bezlerinin altına sığınmış, doğanın gazabının geçmesini bekliyorlardı. Atının gözlerini kuşağına sıkıştırdığı bez ile bağlayan Kaptan, fırtına dindiğinde kara atlının izini kaybetmiş olmaktan korkuyordu. ‘Beni öldürecek olan kişi, yakında sana büyük bir haber getirecek…’ Şeyh’in sesi kulaklarında yankılanıyordu. Büyük bir haber… Bir haberci… Aklına Asaf’tan başkası gelmiyordu ama onun Şeyh’i öldürebilme ihtimali nasıl mümkün olabilirdi? Asıl aklını kurcalayan soru bu değildi elbette. Sorulması gereken soru Şeyh’in neden ölümünü tasarlaması ve ölmek istemesiydi. ‘Ölüm vuslattır.’ Bu cümle Şeyh’in büyün öğretisinin temeliydi. Ölümden korkmayan ve inancı dağıtacak olan neferler yetiştirmek. Bunun için çok adam öldürmüştü. Artık adam öldürme sırası kendine gelmişti. Kaptan, savaşı devralma sözünden bunu anlıyordu. Asla kılıcını kullanmaktan yana olmamıştı ancak bundan sonra konumu ve şartlar bunu yapmasını zorunlu mu kılacaktı? Lider olmak öldürmeyi mi gerektirirdi? Şeyh niye ölmek istiyordu? Ölmek istemesi bir yana neden ölümü için plan yapıyordu?
Siar, Kaptan’ı pencerede gördüğünden beri içini bir korku kaplamıştı. Kaptan’ın bakışları bakış değildi. Bir şeyler oluyordu. Taşıdığı kâğıtlarda belki de birilerinin hayatı harcanıyordu ama işi sadece haber taşımaktı ve fazlasını bilmeye ne ihtiyacı ne de hakkı vardı. Ama yaşadığı konakta neler olup bittiğini bilmek istiyordu. En azından merak ediyordu. Eskiden olsa bir şeyi merak ettiğinde babasına sorardı. Babasıyla ilgili iki hatırayı hatırlayabiliyordu sadece. Babası ona tahtadan bir at yapmıştı ona biniyordu. Babası da Siar’a eşlik etmek için bir tahta parçasını at gibi kullanıp Siar’ın kendisine gülmesini seyrediyordu. Bir diğeri ise babasına tavuklarla ilgili sorduğu bir soruydu. Babası kahkaha ile karşılamıştı ama ne sorduğunu hatırlamıyordu. Biraz büyümenin verdiği bir olgunlukla tahta parçası üzerinde kendisine bakan babasını anlayabiliyordu. İnsanın bir çocuğunun olması bu demekti. Aynı anda hayali atlara binip gülebilmek… Sonrası karanlıktı. Babasıyla ilgili bir tek şey daha hatırlıyordu: ölümünü. Sadece annesinin feryatları gözünün önünden akıp geçiyordu. Bu aynı zamanda annesini de son görüşü olmuştu. Annesine ne olduğunu bilmiyordu. Niye ağladığı sorusuna tek yanıtı babasının ölümüydü. Kendi kollarından tutup sürükleyen adamları hatırlıyordu. Annesini de iki adam tutuyordu kollarından. İçini garip bir hüzün ve özlem kapladı. Annesini bugüne kadar çok yerde aramıştı. Ama kimse bu konuda konuşmuyordu. Belki gerçekten bir şeyler bilmiyorlardı ama Siar bun inanmıyordu. En azından babasının mezarını biliyordu ama ya annesi? Öldüyse bile nerede olduğunu bile bilmiyordu. Zaten artık bu konuda çok da umutlu değildi. Ailesinin sadece konaktakiler olduğuna inandırmıştı kendine. Kamber’i bir ağabey, Şeyh’i de her şeyi bilen babası gibi görüyordu. Ama elbette bu yönde hareket etmiyor ve bunu onlara belli etmiyordu. Bunun zayıflık olacağını düşünüyordu. Siar bu düşüncelerle boğuşurken yanına yaklaşan fedainin gölgesini görünce irkildi:
- Ne var? Dedi fedaiye. Fedai duruşunu bozmadan, ifadesiz bir yüzle cevapladı:
- Kamber acil olarak seni çağırıyor. Bir şeylere tepesi atmış, benden söylemesi. Siar, yerinden doğruldu. Bahçeye ezilmiş güllerin ve ıslak toprağın harmanlanmış kokusu hakimdi. Güneş tepede tüm yakıcılığı ile parlıyordu. Parlaklık, konağın gümüşümsü duvarlarından yansıyordu. Gözlerini kısmak zorundaydı. Fedai ona bakmadan arkasını döndü ve görev yerine gitti. Siar acilen çağırıldığını ve Kamber’in tepesinin atmasının ne demek olduğunu biliyordu. Kamber böyle anlarda mutlaka fırça atacak birilerine ihtiyaç duyardı. Bu kez kurban kendisiydi. Ağır ağır merdivenlerden çıktı. Adımlarında en ufak bir acele ve yetişme telaşı yoktu. Yol boyunca yiyeceği fırça için kendini hazırlamak ister gibiydi. ‘Bir ağabey kardeşine kızıyor’ diye geçirdi içinden; ‘Bir ağabey kardeşine kızıyor.’ Kamber’in odasına girdiğinde, Kamber bir duvardan bir duvara volta atıyordu. Siar’ın geldiğini görünce yüzünü yumuşattı. Çatık kaşlarının ardından aniden sevimli bir yüz belirdi:
- Gel Siar, gel. Dedi yumuşak bir sesle. Siar cevap vermedi; sadece söyleneni yaptı.
- Otur Siar, seni düşünceli gördüm. Bir sorun mu var? Dedi Kamber. Bir şeyleri anlamak ister gibiydi.
- Hayır, sadece sıcaktan bunalmıştım. Öylece köşkün etrafında dolanıyordum. Yorulunca arka taraftaki çiçeklerin yanına oturdum. Diye cevapladı soruyu Siar. Bunun işe yarayacağını umuyordu. Aslında atların yanındaydı. Kendi atını tımarlıyor ve onunla konuşuyordu. Bir ara gözü Kaptan’a da ilişmişti. Atına atladığı gibi gitmesi bir olmuştu, bu yüzden bir şey soracak fırsatı da olmamıştı. Kamber, anlayışla karşılamış gibi yaparak Siar’a gülümsedi:
- Yorucu günler geçiriyoruz Siar. Dedi. Çok yorucu günler. Hepimizin dinlenmesi gerekli. Bunun yanında arada insanın kendini dinlemesi de iyi geliyor. Ancak seni elbette ki bunun için çağırtmadım. Az önce bir şey isteyip istemediğini sormak üzere Kaptan’ın odasına çıkmıştım.
Siar, az kalsın ‘Kaptan odasında değil ki, o gitti.’ Diyecekti. Ama kendini tuttu. Cümlenin sonunda gelecek soruyu bekliyordu. Kamber devam etti:
- Ama boş oda dışında hiç bir şey bulamadım. Kaptan ortalıkta yok. Birkaç fedai köşkün her yanına baktılar ama hiçbir yerde yok. Atının da olmayışı bize uzak bir yolculuğa çıktığını söylüyor. Sen de atların yanındaymışsın. Giderken görmüş olmalısın. Sana bir şey söyledi mi?
Siar çenesini kaşıdı:
- Çok ani olmuştu. Atına atladığı gibi gitti. Bir şey soramadım. Hem ben sizin bilginizle gittiğini düşünmüştüm. Şimdi bana Kaptan’ın kimseye haber vermeden köşkten kaçtığını mı söylüyorsun? Kamber, cümledeki ince alayı anlamamazlıktan gelmeyi tercih etti. İstese Siar’ı bu cüretinden dolayı orada haklayabilirdi ya da hakaret yağmuruna tutabilirdi ve bu içini rahatlatırdı. Ancak Siar için farklı planları vardı:
- Peki Siar, dedi. Gidebilirsin…
Yüzündeki sevimlilik ve yumuşaklık yavaş yavaş silindi ve sanki hiç öyle davranmamış gibi bir hale büründü. Siar dışarı çıktı. Kamber, odada volta atmaya devam ediyordu. Şeyh gitmişti, Kaptan gitmişti, Asaf gelmişti ve tek meraklı haberci de o değildi. Şimdi bir de Siar’ın soruları ve bilme isteği tehdit oluşturuyordu. ‘Neden insanlar bu kadar meraklıdır ki?’ Diye düşündü. ‘Bıraksınlar, gizli kalması gereken şeyler gizli kalsın.’ Sonra köşkü nasıl çekip çevireceğini planlamaya koyuldu. Her hamleyi hesaplaması gerekiyordu. Hatasız olması gereken bir oyun hazırlıyordu. Mükemmel işleyen bir plân…
- Her şey yoluna girecek… dedi kendi kendine. Her şey yoluna girecek… Yeter ki şu plan işlesin...
Siar, Kamber’in yanından ayrıldıktan sonra tekrar bahçeye döndü. İçini kaplayan bu sıkıntı ve hüzünden memnun değildi. En kısa zamanda bu hali üzerinden atmak istiyordu. Çünkü bu duygu ona anne ve babasını hatırlatıyordu. İkisinden de ayrıldığında çok küçüktü. Üç yaşındaydı. Bu yüzden babasının öldürüldüğünü bilmiyordu.
Darksiders: Wrath of War
14 yıl önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder